Umut Işığı

Author: Darkness3 / Etiketler:

Değer mi hayatı birinin uğruna feda etmek?
Değer mi değmez mi cevabın o an benim için önemi yoktu.
Birini o kadar severken bu kadar uzak olmak nasıl bir şey halen kestiremediğim bir olay. Mesela ona dokunmayı geç göz göze gelmek bile heyecanlandırırken ruhumu, hep kendime şunu sordum: ben ne yapıyorum?
Ne geçip giden günlerim, ne ailem,  ne de işim önemliydi onun yanındayken. Eften püften sebeplerle onu görmek için yarattığım ortamlar ve onun beni hep uzak tutması. Ulaşılamayanın cazipliği mi bilemiyorum. Bildiğim tek bir şey varsa mantığımın uzaklara tatile çıktığı idi. Zamanın su gibi aktığı bir gün duygularımı açıklamaya karar verdim. İtiraf edecektim sevdiğimi: ömrümün sonuna kadar ona ait olduğumu. O an geldiğinde sanki konuşmayı bile yeni öğrenmiş biri gibiydim. Ama umurumda da değildi. Seviyordum ve bu benim için tek sebepti; onu çok ama çok sevdim. Mantığımı yitirecek, hayatımı mahvedecek kadar. İlk kez aşık olmak neymiş gördüm. Yemek yemeyi, su içmeyi bile unutuyordum. Varsa yoksa o. Sadece umutlarım vardı konuşurken ve bitmeyen saniyeler. Sustuğumda anladım: ben ne yapmıştım?
Karşımda kocaman gözlerle bana bakan varlık hiç konuşmuyor beni inceliyordu. Sanki anlattıklarımın anlamını sorguluyordu. Dünya durmuştu benim için sadece gelecek cevaba odaklanmıştım. Basit bir kelime evet ya da biraz yumuşatılarak kurulacak saçma sapan sözler üzerine gerilmiş bir ip zihnimde canlanıyordu. Hem de koruma halatı olmadan. Aşağısı karanlık ve korkutucuydu. Düşmeye başladığımda anladım. Ve bir o kadarda soğuk. Hiçbir şey yapamadım sadece gözlerini hatırlıyorum; beynime kazınan en son hatıra.
Daha sonra yine karşılaştık tabi ama ne ben bendim ne de o eskisi gibi. Bir şeyler gitmişti terk etmişti bizi. Durmuştu dünyam hem de en acı tarafı o kişi bunu yapıyordu. Asla suçlamadım onu ve yargılamadım. Ama kendime en faşist hakim oldum. Bütün ağırlığı altında ezilirken ağırlığının,”bu yetmez” dedi yukarılardan biri. Bir gün biri yanımda öptü  benim bakmaya bile kıyamadığımı işte o anladım dip halen gelmemişti. O an dünyanın gerçekten şimdi durduğunu.
Her şey son bulurken kendimi değiştirmeye karar verdim. Üç yıl geçti üzerinden tam olarak o kişiydim artık. Beni cehenneme atan kişi olmuştum. Biri bana gözlerimin içine bakarak benimkilerle uzaktan yakından alakası olmayan şeyler söylese de bana ilgisini itiraf ettiğinde en az onun kadar acımasız davrandım .  İçimdeki hayvanı ortaya çıkarmıştım. Aynı bana yapılan gibi. Ben artık o insan değildim onun gibi sevemeyecektim bir daha. Ruhum bir parçasını kaybetmişti. Artık eskisi gibi olamazdı olmadı da.
Kader oyun oynamayı sever. Sonra biri geldi yanıma. Bir şey farklıydı, bana benim gibi bakan biri. Olasılık hesaplarıma göre milyonlarca insan arasından beni anlayan gözlerime bakıyordu ve her bakışında içimi görüyor: yaptığım her şeyi biliyordu sanki. Bu kez ilk kez olmasa da dünya ikinci kez durmuştu. Ne yapacağımı bilemeden dudaklarımdan dökülen  kelime tahmin edebileceğiniz gibi oldu.

Hayaller ve …

Author: Darkness3 / Etiketler:


“Küçük bir yerimiz olacak Lennie.” Benim için hayaller ve ötesinin anlatıldığı mükemmel bir cümle.  Gerçekten  küçük bir yerimiz olacak mıydı? John Steinbeck  bunu bize bırakıyordu, “Fareler ve İnsanlar” kitabında. Hayallerimiz, umutlarımız, beklentilerimiz… Geleceğe atfedilen en büyük kumar. Neden şimdiyi bir kenara bırakıp gelecek üzerine bu denli kafa yoruyoruz?
Tatminkar olamamamızın nedeni  sanırım genlerimizde saklı. Böyle olmasaydı mağaralarda yaşayan; avcılık ve toplayıcılık yapan atalarımızdan bugünlere gelebilir miydik? Sadece yemek bulduğunda sevinen o insan şimdi dünyanın bir ucunu hatta diğer gezegenleri birkaç tuşa basarak görebilmekte. Uzun yolculuklar o kadar kısalmış olmasına rağmen biz hep yetişme telaşı içinde kayboluyoruz. Kendi hapishanelerimizde kendimizin gardiyanı iken hayallere sarılıyoruz.
Gelecekte her şey istediğimiz gibi olacak yalanını bile bile kabullenmiş bir ırkız biz. Yaşadığımız yeri de cehenneme çeviren biz olduğumuz gibi.
Bizi hayallere iten sınırsız özgürlüğümüzün olması olabilir. Çünkü orada istediğimiz kişi olabiliriz ya da bizi istediğimiz kişi olarak görmek isteyecek toplumları da yaratabiliriz. Özgür olduğumuz tek yer orası. Ama biraz düşününce bir şeylerin acı tarafını da görmeye başlarız. Tüm hayaller kaç kişilik düşünürseniz  düşünün tek kişinin ürünüdür. Tasarladığınız o evren yalnızca sizin görüşlerinizi yansıtmaktadır. Sevdikleriniz için mükemmel şeyler tasarlasanız bile onlarında hayalleri olduğunu unutmayın.
Hayaller kurarken maalesef yalnızsınız. Yaşadığınız ülkede, kıtada, dünyada ve tüm kainatta. Bu gerçek bizim peşimizi bırakmayan sinsi bir gölge gibidir. Karanlıkta yaşamaya başlayabiliriz belki ama en ufak bir ışık kaynağı onu hortlatmaya yetecektir.
Acımasız görünüyor değil mi? Durun bir dakika biz zaten dünyaya cennetten kovulduğumuz için gelmemiş miydik? Cezamızı çekeceğimiz yerde mutlu olmamız düşünüle bilinir mi? Bize yaşantımızın bir sınav olduğu daha küçük yaşlarda öğretilmeye başlanan din eğitimi ile söylenmemiş miydi? Burası gerçek değildi. Gerçeklik bu sahte yaşantımızdan sonraki hayatımıza saklanmıştı. Tabi sınav sonuçlarımızı öğrendikten sonra. Korku ve umut, hayaller ve gerçekler arasına sıkışmış canlılarız biz. Tutunabildiğimiz tek bir şey var hayallerimiz. Hepimiz bir gün yalnız kalacağız. İçimizi kemiren yalnızlıkla tanıştığımız gün hayallerinde önemini anlayacağız. Hiç gerçekleşmeyecek olsalar bile. Çünkü  ona kavuştuğumuz anda değerini yitirip gidecektir. Ne olursa olsun içimizdeki boşluk dolmayacak ,açlığımız devam edecek belki de.
Hayaller kurmak güzeldir ama hayallerde yaşamak tehlikelidir. İki dünya arasında durmamalısınız. Gerçeklerle yalanlar arasındaki farkı gördüğünüzde bunu kaldıramayacağınızı anlayacaksınız.

Benim Büyük Korkuluğum

Author: Darkness3 / Etiketler:

En büyük korkun nedir?
“Bugün benim için önemli bir gün.”  Korkumla yüzleşmeye karar verdiğim gün her şeyin alt üst olduğu, umutlarımı yitirdiğim, karanlığın içine hapsolduğum gün. İlk cümleme bugün diye yazmıştım ama hala hatırlamak istemediğim o gün çok geçmişte kalmasına rağmen beni hiç yalnız bırakmadığını biliyorum. O gün ben korkularımla kendime bile söyleyemediklerimle yüzleşirken yanımda ondan başka kimse yoktu. Tüm hikayeyi bir kez daha anlatmamak üzere son kez yazıyorum.
Bir Çarşamba gününün ilk saatleriydi. Sanırım gece yarısını birkaç saat geçmişti. Evimde, yatağımda – güvenli olan yerimde- uyumaya çalışıyordum. Yine her zaman yaptığım gibi yatmadan bir şeyleri fazla kaçırmıştım. Aslında bunu alışkanlık haline getirmiştim ama son bir aydır uykusuzluğum artık çekilmez bir hale gelmişti. Gün ışığını görmeden uyuyamıyor, yediğim hiçbir şeyden tat alamıyordum. Basit ihtiyaçlarım için dışarı çıkma fikri bile beni korkutuyordu. Yalnızca sigaram bittiğinde dışarı çıkabiliyordum.
Son birkaç haftadır evimde eşyalar kaybolmaya başladı. Önceleri pek önemsemedim; zaten dalgın dalgın dolaşıyordum muhakkak başka bir yere koyup unuttuğumu düşünüyordum. Bundan o kadar emindim ki üzerine pek düşmedim.  Ta ki eşyalarımın yerleri değişmeye başlayana kadar. Alışkanlıkları olan biri bunları sürdürme eğilimi gösterir ve hayatının bir parçası yapar. Tam benim için söylenmiş bir cümle diye düşünen insanlardan biriydim. Kitabımı yatmadan önce yatağımın yanındaki komodinin üstüne  telefonumun yanına bırakırım. Asla yere ya da yatağımın üstüne bırakmadığım gibi.  Yerleri birkaç kere değiştiğinde telaşlanmam için bir neden oluştuğunun farkındaydım ama yine de körü körüne bir şeye inanacak bir yapıya sahip değildim. Bilirsiniz bazen beyniniz size oyunlar oynayabilir ya da duyu organlarınız sizi yanıltabilir. Çünkü evren görüp dokunabildiklerimizin ötesinde bilişsel bir gerçekliğe sahiptir. En azından benim görüşüm böyleydi. (Yanılmayı çok isterdim)

Birkaç gün sonra eşyaların yerleri daha hızlı değişmeye başladı. Mutfağa girip çıkana kadar, pencerede bir sigara içene kadar, içine çerez koymak için çıkardığım kasenin yanına bir tane daha kase gelene kadar…


Tüm olanlar bir psikoloğa göre sanrı sayılabilirdi. Yorgunluğumun vücut direncimi azalttığını ve bunun da halüsinasyonlar görmeme neden olduğuna kanaat getirebilirdi ya da …

Ben ilk görüşü temellendirmeye çalışmaya başladım. Yatmadan önce sıkıntıdan boğulacak gibi olsam da bir şeyler yemiyor, sevmesem bile ılık bir süt içip kendimi yatmaya zorluyordum. Başlarda küçükte olsa yararı oldu artık güneş doğmadan kısa bir süre önce uyuyabiliyordum. Eşyalarımın yer değiştirmesi eskisi gibiydi ama takmıyordum.   
  DEVAM EDECEĞİM.

SIKILDIM

Author: Darkness3 / Etiketler:


Hayat bazen çok iyi çoğu zaman ise boktan farksız. Aslında onu bok yapmakta bizim elimizde. Öğütülmüş artıklardan ibaret. Galiba ben onları istediğim kadar uzağa atamıyorum.

Belki de asıl sorun bu. Cevapsız sorularım çoğaldıkça soğuyorum her şeyden ve daha gerip geliyor insanlar. Karmaşık gibi görünen zavallılar. Hep farklı olduklarını söyleyip sonra acılar içinde yalvaranlar.

Sıradan bir insan arıyorum. Öyle her şeyi alelade. Farklı olmadığını söyleyen birini bulsam önünde diz çöküp ömür boyu ona hizmet edebilirim hatta. Tabi bulmak mesele.

Boşuna yaşıyoruz aslında kendimizi kandırmaktan başka hünerimiz yok. Yaptıklarıma durup bir bakıyorum eeee diyorum ne bok olacak şimdi? Koca bir hiç cevabı geliyor. Evet beyler bayanlar biz boşlukta kalanlar sonumuza doğru kaymaya devam ediyoruz. En azından ben.

Genellemeleri pek sevmiyorum ama hani bazen hasiktirin dememek için zor tutuyorum kendimi. Çevremdeki herkes o kadar farklı olduğuna inanıyor ki içlerinde ki tek sıradan olan adam benim olmam bile farklılık yaftalamasıyla karşılaşmama neden oluyor. Sıkılıyorum ama her şeyden. Yazdıklarıma dikkat etmekten, küfür edememekten, işe gidememe ihtimalimden, insanlardan kısacası hayattan. Sıkılgan günüm bugün. Hani özel günüm gibi bir şey galiba. Sıkılıyorum hepinizden Eğer okuma biliyorsanız, haberiniz olsun.

Yaşamak

Author: Darkness3 / Etiketler:

Hayat hiçbitmeyen bir maratona benzer. Her zaman bir sonraki parkur vardır. Durup bitirdiğin etabın bile keyfini çıkarmadan bir başka etap da yarışmaya başlamışsındır. Bunu sorgulamazsın çoğu zaman çünkü sana hep yarışman gerektiği öğretilmiştir. Mahalle arkadaşları ile başlayan en iyi olma mücadelesi ilkokulla iyice hayatına yerleşir ve ancak hayattan diskalifiye olduğunda biter.
Eğer mücadele etmeyi bırakırsan kaybedenlerden sayılır bir anda dışlanırsın. Sen artık öteki olmuşsundur, dostların için. O nedenle ilk kaybedişini hiç unutmazsın çünkü canının en çok yandığı onun ardından gelmiştir. Belki bir gönül ilişkini belki bir dostunu belki de daha da yakının olan birini kaybetmişsindir.
O gün aldığın ders tüm hayatını bir yenilmekten kaçış olarak gördüğün gündür. Okulda en iyi olmaya çalışmanın nedeni de bundan kaynaklanır. Yenilirsen birini ya da birilerini kaybedeceksindir. Daha sıkı sarılırsın her şeye. Üzerindeki baskı başarıların ardından azalmak yerine daha da artar. Lise, üniversite, iş bulma, aile kurma…
Hep bir hayalin vardır. Kimseye söyleyemediğin. Sır gibi sakladığın. İzlediğin filmlerden bir şeyler katarak zenginleştirdiğin. Okuduğun kitaplarla derinleştirdiğin. Kimseyi yenmek zorunda kalmayacağın bir yer. Kimi insanlar için ıssız bir ada, kimileri içinde herkesin birbirine saygıyla davrandığı, maskeler takmadıkları: ütopik,mistik bir şehir.
Umutlarını her zaman canlı tutarsın. Günün birinde geçekleşme umuduyla. Sonrası mı? Her şey senin elinde. Kabul etsen de etmesen de. Eğer gerçekten inanırsan diğerlerini de inandırabilirsin.

Dostluk Üzerine

Author: Darkness3 / Etiketler:

Yalnızlık temelli kurulmuş yaşantılarımız da sıradanlıktan kurtulmak için bir araç mıdır dostluk? Yoksa bir başka kişiyle oluşturduğumuz empatik hayat mıdır?
Tanımı ne olursa olsun bir dostu kaybetmek en zor olanıdır. Kazanmaya göre kaybetmek ne kadar kolay görünse de aslında o kadar ağırdır sonuçları. Çünkü biri sadece belirli bir zaman diliminde etkilemez.
Unutmaya çalışsak da evrenselleşip tüm yaşamımızı etkiler. Bu, zamanla öyle bir hal alır ki hiç olmayan sorunlar yaratmaya başlarız. Bunlarla boğuşmanın altında ezildikçe daha da nefret ederiz kendimizden. Zamanı geri alma şansımız olsa hiç düşünmeden ilk değiştirecek olduğumuz karar bu olsa da acımızı asla dindiremeyiz. İşte bu nedenle bir dostun canını yakmak istiyorsan onun, seni kaybetmesini sağlaman dünyadaki en zalim işkence olarak nitelendirile bilinir. Ne intikam alanın ne de intikam alınanın memnun olduğu. Sadece yapılan bir iyiliğin ağır karşılığı...

Alışkanlıklar

Author: Darkness3 / Etiketler:

Dünyanın en zararlı şeyleri olmalarına rağmen: hiçbir ülkede yasaklı değillerdir. Ne haklarında açılmış bir dava ne de kesinleşmiş bir ceza bulunabilir. Onlar masum görüntüleri altından dünyamızı yöneten yegane güçlerdir.
Her insanın bir alışkanlığı olmasının nedeni de bundandır. Her zaman aynı sokaktan gitmemiz, aynı sıraya oturmamız, aynı yerlerden alışveriş yapmamız; hep alışkanlıklarımızdan kaynaklanır. Aslında alışkanlıklarımız: korktuklarımızın üzerine örttüğümüz çarşaflardan ibaretdir.
Biz itiraf etmesek de yenilikten çok fazla korkarız. Ve denediğimiz her yeni şeyde de bu korkumuzu katlayarak çoğaltırız. Sonunda canımız acımaz ise hemen bunu alışkanlığa çevirmemizin nedeni: bundan zevk almamız değil, yeniliklerden korktuğumuzu itiraf edemememizdir. Aslında her zaman yenilik arayışı da bir alışkanlık ironisini barındırsa da onunla savaşabilecek silahların en iyilerinden biri yeni şeyler denemektir.
Ama hemen savunmaya geçebilirsiniz: kullandığınız eşyaları, gün içinde, yaptıklarınızı size ait oldukları için sahiplendiğinizi söyleseniz de gerçeği bilen birileri olduğunu bilin. ALIŞ-kın olduğunuz dünyanızda KAN-dırılmadığınıza inanın ve pişman-LIKLAR-ınıza aldırmadan yaşamaya devam edin. Edebiliyorsanız eğer.

Şans ve Umut

Author: Darkness3 / Etiketler:

Hani bir an gelir ve her şey altüst olurya… bu kadarı gerçekten fazladır. Sizin için bile. Başınıza gelenler dayanma sınırınızı çoktan aşmıştır. Hatta artık nefes almakta dahi zorlanıyorsunuzdur.

İşte tam bu anda zihniniz bir kurtarıcı aramaya başlar. Bu Mesih’in nereden geldiğinin bir önemi yoktur. Tek önemli olan sıkıntılarınızın bir an evvel bitmesidir.

Siz Mesih’inizi ararken iki kelime size o kadar yabancı gelir ki. Bilmediğiniz bir dilde opera dinlerken hissettiğiniz oraya ait olmama duygusu ile baş başa kalırsınız. Ancak kelimeler sustuğunda kendi dünyanıza geçebilirsiniz. Hayal ile gerçek arasında olan bu geçiş bazen mutluluk bazen de acı verebilir.

Hayal ile gerçek arasında ilerlerken tam da geçiş anında size bir şey bulaşır. Bundan kurtulamazsınız ve eğer kurtulabileceğiniz bir seçenek olsaydı da emin olun onu asla kullanmak istemezdiniz.

Size bulaşan zihninize işleyen; kalbinizin daha hızlı artmasına neden olan; gücünüzü yeniden toplamanıza yardımcı olan: sayı olarak fazla ama anlam olarak tek bir manaya gelen “Umut” kelimesi takılır.

Umut bir kelimenin ötesinde: harflerden oluşan ama size fısıldadıklarıyla bildiğiniz tüm kelimelerden üstün olan, belki de kurtarıcınızın silueti saklanmış yegane gücünüzdür.

Siz ona inanırsanız kendi sırrı ile birlikte diğer kelimelerin sırrını sizinle paylaşabilir. Eğer inanorsanız kendinizi “Şanslı” da sayabilirsiniz. Anlamını kavramadıysanız bile.

Yitirilenleri Geri Almak

Author: Darkness3 / Etiketler:

Bir zamanlar pek çok şeyini yitirmiş ama hala özel olan bir adam vardı. Başarısızlığa uğramış yeniden deneme şansı olmayan. Sadece kaybeden biri.

Adam tüm bunların başına gelmesini kötü talihine bağlıyordu. Hayatının amacını yitirmek
nin, yaşayan ölü anlamına geldiğini iyi biliyordu ve şimdi o bir ölüydü. Amacı onu terk etmişti. Çünkü amaçlar sadece güçlü insanların yanında kalırdı.
Adam hayatını şöyle bir gözünün önünden geçirdi. Bugüne kadar pek çok şeyi başarmıştı. İyi bir eğitim almıştı. Kendini geliştirmişti. Amaçları vardı uğruna çalıştığı ama birden her şey toz olup uçmuştu. Peş peşe gelen başarısızlıklar hayallerini unutturmuştu. Aslında bu uzun süreden beri böyle devam ediyordu. Ama artık çok sert bir darbenin zamanı gelmişti. İnsanların hep gerisinde kalmak hayatı kaçırmak demekti ona göre. Şimdi olduğu gibi hayat ona açık ara fark atmıştı. Kendinde ona yetişecek güç bulmuyordu. Belki yetişebilirdi. Hatta geçebilirdi de fakat artık eskisi gibi güçlü bir inancı kalmamıştı. Yalnızca kendini çok yorgun ve başarısız biri olarak hissediyordu.
Herkes bir yerlere yetişmek için çırpınıyor; o, kalabalıkta çaresizce etrafına bakıyordu. Yaşamanın anlamı hayallerine sahip çıkmaktır. Kurtarmanın imkansız gibi göründüğü yaşamlar yaşamaya değmez. O da bunu yapmaya karar verdi. Bu zamana kadar hayalleri için yaşamıştı, şimdi de onların yokluğu için ölecekti.
Her zaman gittiği sahile gitti. Bu kez tek farkı: üzerinde eşofmanları olmaması değil, bu sahilin aslında ne kadar çirkin bir yer olmasıydı. Geceden sızıp ağaç diplerine yatmış olan adamlar, koşu yolunun hemen yanından geçen arabaların egzoz dumanları, birkaç şişman insan. "Ne kadar da kötü bir yerde yaşıyormuşum" diye düşündü. Gerçekler bakış açısına göre farklılık gösterir. Sonra tekrar düşünmeye başladı. İşinde çok iyi olmasına rağmen neden fazla kazanmamıştı. Neden bugün onu bu durumdan kurtaracak bir servete sahip olamamıştı. Cevabı yine aklının derinlerinden geldi. “ kapitalist dünya acımasızdır.” Bir kez daha acıdı kendine. Eğer geçmişte bugünleri düşünseydi işler bu hale gelmeyecekti. Ama olanlar olmuştu artık biten bir adam olarak hayatı dakikalar arasına sıkışmıştı. Çok kısa bir süre sonra tüm bunlar tarih olacaktı çünkü o olmayacaktı. Eski dostları cenazesinde cafcaflı konuşmalar yapıp kendisi hakkında güzel sözler söyleyeceklerdi. Zaten kötü söyleseler de umurunda mı olurdu artık. Ölüler değerlerini kaybetmeyen tek varlıklardı.
Cebindeki son parasıyla sahilde yere açılmış olan kitaplardan bir kitap almak istedi. Ölü bir adamın ne işine yarardı ki yeni alınmış bir kitap. Belki onu entelektüel bir ölü yapabilirdi. Aklından bu düşünce geçtiğinde otuz saniye kadar kendine güldü ve tekrarladı “entelektüel bir ölü” ne kadar saçmaydı.
Onu kitap almaya iten, satıcı çocuğun gözlerindeki ışıltıydı. Geçmiş yaşamından izler taşıyordu çocuğun bakışları. Hiç düşünmeden eğildi bir kitap aldı ve çocuğa fiyatını sordu. Duyduğu fiyatın biraz üstünde olan banknotu çocuğa uzatıp üstü kalsın dedi. Oradan uzaklaşırken kitaba hiç bakmadı. Şimdi bütün vücudu bir heyecan seline kapılmış titriyordu. İnsanlar iki kez doğarlar; biri doğdukları an diğeri ölümlerinden az önceki andır.
Titreyen vücudunu kayalara doğru çevirmesi hiç de kolay olmamıştı. Onlardan birinin üzerine çıkması bile buraya geldiği zamandan çok daha fazla sürmüştü. Şimdi hayatın anlamı önüne serilmişti. Bir adım sonrası inancına göre artık hiçlikti. Bir adım gerisi ise tüm başarısızlıkları, kaybedip yitirdiği hayallerinden arta kalanlardan başka bir şey değildi.
Ölüm anında insanlar çevrelerinde olup biten her şeyi fark ederler. Denizden esen rüzgar taşıdığı deniz damlacıklarıyla yüzünü ıslatıyordu. Güneş tam gözlerinin içine bakarak ona meydan okuyor gibiydi. Şehrin gürültüsü ve karmaşası hemen arkasındaydı. Tek yapması gereken son kararını vermekti. Tam bu sırada rüzgarın yüzüne vurduğu tuzlu su gözlerine kaçmıştı. Yanan gözünü ovuşturmak için kitabı tuttuğu elini havaya kaldırdı. Sağ elinin üstüyle yaramaz bir çocuk gibi gözlerini ovuşturdu. Gözlerini açtığında elindeki kitabın üstündeki resme takıldı gözleri. Dünyada böyle bir şeyin olma olasılığı kaçtır acaba diye geçirdi içinden. Hemen ardından nedensizce gülüyordu. Çünkü kitabın kapağında uçurumun kenarında duran bir adamın resmi vardı. Hemen altında da kalın puntolarla yazılmış soru karşılıyordu kitabı alan herkesi; “dünya sizin yokluğunuzu kaldırabilecek mi?”
Artık gülmenin yerini hıçkırıklar almıştı. Eski bir yerli inancına göre iyi insanlara hayat her zaman yeni bir başlangıç şansı verirmiş. Rüzgar sert esip onu titrettiğinde arkasından bir ses duydu “Beyefendi lütfen kımıldamayın sizi almaya geliyorum.” Arkasını döndüğünde sahildeki herkes toplanmış ve onun bir çılgınlık yapmamasını istiyorlardı. Kitapçı çocuk ne olur amca yapma diye ağlıyordu. Ambulansa bindirildiğinde sabah gördüğü şişman bir kadın “Bizi çok korkuttunuz bayım sizi her sabah koşulardan tanıyoruz. Sizi öyle görünce hemen polisi aradım. Umarım sorununuz her neyse başka çözüm yollarının da olduğunu hatırlamışsınızdır.”

Döngü

Author: Darkness3 / Etiketler:

Kalemin ucundan dökülen mürekkebin bıraktığı izlerin oluşturduğu şekillerden çıkarılan anlam kadardı belki hayatı anlamak.
Ya da anladığımızı sandığımızın.
Beyaz bir sandalyeye bakarken gördüklerimiz çerçevesinde hapsolmuş benliğimizi, göremediklerimizle; esaretten kurtarabilirdik bir ihtimal. Üzerindeki siyah lekeleri, motifleri, büyüklüğü, ayaklarının sayısı, kuşbakışı görünüşü, kapladığı alanı: beyazın tonunu görebilirdik baştan. Daha dikkatli incelediğimizde, küçük yapım hatalarını, üretildiği plastiğin karışımındaki maddeleri, enjeksiyon makinesinde yapıştırılan ek yerlerini görebilirdik beklide.
Biraz daha kafa yormaya kalksak acaba neyle karşılaşırdık? İlk icat edilişini merak edip birkaç kitap karıştırır mıydık? Bu basit ama bir o kadar önemli bir işleve sahip sandalyeden önce neyin üzerine oturuyorduk acaba? Yere, yaprakların üzerine, ağacın kaba halinin üzerine; belki de sandalyeden önce icat edilen taburenin üzerine.
Şimdi bakınca ne kadar ilkel geliyor değil mi? Yukarıda söylediklerimiz. O da zaman içinde geçmişe bakıp gülüyordur kendine. Artık geniş, rahat koltuklara dönüşmüş türdeşlerine gıptayla bakıyordur. İlkel olanlarını kınadığı kadar hararetle. Ya ileride ne olur bunu düşünmüş müdür sizce? Ondan: tanıdıklarından, daha iyilerinin üretilmesiyle kınanma listesine girmez mi kendisi de? Ne kadar kısır bir döngü.

Hesaplaşma

Author: Darkness3 / Etiketler:

Bir amaç uğruna yaşamak. Sadece yaşamak, nefes almaktan öte. Her şeyinle ona adanmak. Hayatın anlamı bu mudur yoksa hayat adanmakla mı anlamlı hale gelir? Sorular, cevabı olmayan sorular sormak rahatlatır mı karamsar dünyamı? Ne yaptığını bilmek; istemek elde etmek istediklerini.

Garip bir durum burada olmak. Burası ile kastedilen senin bahsettiğin yer olabilir mi? Sıkıntı nefes almanı güçleştirmeye başladığında her zaman hasta olduğunu düşünme. Ruhun hasta ya da tutsak olabilir. Esaret, hayatın olduğunda durmadan seni derinlere, dibe doğru çeken bir hortum gibidir. Kurtulmak ancak inanmakla olur. Çaba göstermek başlı başına bir kurtuluş değildir. İnanç ise temelleri sağlam atılmışsa anlamlıdır ve hedefe ulaşmanı kolaylaştırır. Tabi bir de ulaşmak mıdır önemli olan yoksa uğrunda çalışmak mı? Saçma da gözükse bazen ulaşmak istemez kişi. Her şeyin bitmesi yeni bir başlangıç anlamına gelmediği zamanlarda bu sadece acı verir.

Dinginlik, sessizlik, huzur uzaktır bu insana. Ne sondadır ne de başlangıçta. Zaten en kötüsü değil midir ki ortada kalmak? Ne yapacağını bilmeden öylece iki duvar arasında sıkışmak. Bir resim çizmek işe yarar, kimi zaman hayal ettiğin olmasa bile ya da yalnızca sorular sormak…

Benimle konuşmak mı istiyorsun?

Author: Darkness3 /

Haydi gel beni anlamaya çalış.

Benim anlaşılmaya senin anlamaya ihtiyacın var.

Ama uyarıyorum bunu yaparken canın yanabilir.
Haydi gel beni anlamaya çalış.
Benim anlaşılmaya senin beni anlamaya ihtiyacın var.

Derinlerde olabilirim korkma yaklaş, sana aradığını sunabilirim.
Ufak bir şey karşılığında.

Haydi gel beni anlamaya çalış. Ve sakın korkma.
Ben senin çok uzağındayım. Bulman için gelmen lazım.
Derinliklerime inmen lazım.

Bulduğunda sakın bağırma ben hep buradaydım; gelen sensin, arayan sen, merak eden: sen.
Sihrim sarıyor bedenini çırpınman boşuna,
beni anlamaya çalışman da.

Haydi yanıma gel; beni anlamaya çalışman umurumda değil,
sadece dehlizlerime dokunma…
Burası benim: sen benimsin, bunu değiştiremezsin.

Sus ve dinle bunlar benim ayak seslerim.
Hayatıma hoş geldin.

Kemancının Eli

Author: Darkness3 / Etiketler:


Çok eski zamanlarda, tanrıların yaşadığı dönemde Joshua Bell adında bir adam varmış. Joshua Bell çok büyük bir keman ustasıymış. Öyle ki onu dinlemeye çok uzaklardan gelenler olur keman çaldığı gecelerde onu dinler ruhlarını doyurur, evlerine -çok uzaklarda kalan yuvalarına- geri dönüşe başlarlarmış. Joshua Bell bu yeteneğine aldırmadan hayatını yalnızca tek bir insan için yaşıyormuş. O insan onun için öyle bir şeymiş ki kemanını ne zaman eline alsa, tellerine ne zaman dokunsa onunla olduğunu hissediyor; nefes alışverişlerini bile kemanından çıkan melodilere göre ayarlıyormuş. En iyi bestelerini de her zaman o kadını, Matilda’yı gördüğü zaman yapıyormuş.

Matilda da Joshua Bell’i delicesine seviyormuş. Bu iki aşık ve Joshua Bell’in kemanı ülkenin dört bir yanına oradan da diğer ülkelere yayılmış durmuş. Zaman geçtikçe hem aşkları büyüyormuş hem de kemanının büyüsü. Bir zaman sonra joshua Bell’in bu yeteneği ve Matilda’ya olan bu aşkı öyle bir hal almış ki aşk tanrısı Eros bile onları yakından görmek için dünyaya inmiş. Matilda’yı gördüğü an Joshua Bell’in ve ezgilerinin tüm sırlarını çözüvermiş. Bir insan kılığına girip Matilda’nın karşısına dikilmiş. Birbiri için yaratılmış iki insandan birine, gözlerini içine bakarak, onunla gelmesini ve bir tanrıça olmasını teklif etmiş. Eğer gelmezse kendisini lanetleyeceğini söylemiş. Matilda, hayatının anlamını; yaşama amacını düşünüp aşk tanrısı Eros’un teklifini reddetmiş ve o an Eros’un kızgınlığı gökten ışıl ışıl parlayan bir laneti Matilda’nın üzerine indirmiş. Matilda üzülmesinden korktuğu Joshua’ye olayı hiç anlatmamış ama birkaç gün içinde lanet etkisini göstermiş ölümcül bir hastalığa yakalanmış. Joshua Bell, ülkenin en iyi doktorlarını en iyi şifacılarını büyücülerini çağırmış. Sevdiği kadını kurtarmak için dört bir tarafı dolaşmış. Gittiği her kapıdan çağırdığı her insandan aynı cevabı almış. Bunun dönüşünün olmadığını lanetin ancak Matilda’nın ölümü ile son bulacağını söylemişler. Joshua Bell inanmamış. Etrafındaki herkese onu yaşatacağını ya da her şeyin onunla birlikte yok olacağını söylemiş. Çaresini bulamayınca Matilda’nın baş ucunda oturup onu acıyla kıvranmasını izlemiş. Matilda ona bakıyor ama aslında onu görmüyormuş. Joshua Bell Matilda’nın acısı dindirmek için kemanını kutusundan çıkarmış ve o güne kadar hiç duyulmamış bir besteyi çalmaya başlamış.

Kemanın her tınısında Matilda daha rahat nefes alıyor, kasılmaları azalıyormuş. Bunu gören joshua Bell eserini daha da hızlı çalmaya başlamış. Tek katlı evinden yayılan melodi o kadar güzelmiş ki şehirde yaşayan tüm halk evlerinden çıkıp melodinin geldiği yere: Joshua Bell’in evinin önüne yürümeye başlamışlar. Matilda’nın son anlarını yaşadığını anlayan Joshua Bell, gözlerinden akan yaşlara aldırmadan kemanını çalmaya devam ediyormuş. Matilda’yı almaya gelen ölüm tanrısı Thanatos, odanın içinde belirdiğinde kemanın tınısı onu bile etkilemiş. Thanatos, böyle bir melodiyi nasıl çaldığını anlamaya çalışarak joshua Bell e bakıyormuş. Joshua Bell ise gözlerini Matilda’dan ayırmadan kemanını çalmaya devam ediyormuş. Thanatos Matilda’ya yaklaşmış kasılmalar tekrar sıklaşmış. Matilda çırpındıkça, Joshua Bell melodisini daha da arttırıyormuş. Thanatos bunun üzerine Joshua Bell’e görünmüş. Joshua Bell, korkmasına rağmen çalmayı bırakmıyor: eğer çalmayı bırakırsa hayatını Matilda’sını kaybedeceğini zannediyormuş.

Onun bu durumuna ve sevgisine şaşıran Thanatos, bir anlaşma yapmayı önermiş. Joshua Bell gözlerinden yaşlar akarak , daha anlaşmayı duymadan kabul ettiğini söylemiş. Ölüm tanrısı Thanatos anlaşmasının şartlarının çok ağır olduğunu ve asla bozulamayacağını hatırlatıp iyi düşünmesini söylemiş. Joshua Bell dikkatle Thanatos anlattığı anlaşmayı dinliyor, bir yandan da can çekişmekte olan Matilda’sı için kemanını çalmaya devam ediyormuş. Anlaşmaya göre: Thanatos, Joshua Bell’in ruhunu alacak ama aynı zamanda Matilda’nın yaşaması için, onun ruhunu ebediyen keman çalmaya mahkum edecekti. Buna karşılık da Matilda, Joshua Bell keman çaldıkça mutlu bir şekilde yaşayacak ve geçmişe dair hiçbir şey hatırlamayacaktı. Bu ağır anlaşmayı duyan Joshua Bell, sevgili Matilda’sı için kendisini feda edip anlaşmayı kabul etti. Matilda’nın kasılmaları, acıları bir anda son buldu. Yataktan kalkan Matilda, bir anda koşarak dışarı çıktı. Joshua Bell, hem sevinçten hem de bir daha ona dokunamayacak olmanın verdiği üzüntüden, ağlayarak kemanını çalmaya devam ediyordu. Artık bedeni yoktu, ruhu tutsaktı ve yalnızca o kemanını çaldığı sürece Matilda’sı yaşayacaktı.

Yıllar yılları kovaladı. Joshua Bell çalmaya devam ediyor, Matilda’sının her anını ölüm tanrısı Thanatos yanında, göklerden izliyordu. Joshua Bell’in çaldığı her bestesi tüm kainata yayılıyor ve tüm tanrılar tarafından duyuluyordu ama bir tek şey eksikti hayatını uğruna feda ettiği, ruhunu esir ettiği kadın: Matilda. Joshua Bell kemanıyla anlaşmanın bedelini ödemeye devam ederken, tanrıların tanrısı Zeus bu ilahi tınıların sahibini merak etti. Joshua Bell’i ve kemanını gören Zeus onun aşkı için yaptığı bu fedakarlığa karşı bir iyilik yapmaya karar verdi. Tanrılar tarafından yapılan anlaşmanın kendi tarafından bile bozulamayacağını bildiğinden bir insana, Andrea Rebec’e, bir gece rüyasında kemanı ve yapımını anlattı.

Andrea ertesi sabah uyandığında hemen keman yapmaya koyulmuş, uzun süre çalıştıktan sonra hayalindeki kemanı yapmayı başaran Andrea, notaları tınıları yavaş yavaş keşfetmiş ve halka kemanı tanıtmaya başlamıştı. Kemanın sesinden çok hoşlanan insanlar onu çok sevmiş ve kendileri de çalmak istemişler. Bunun üzerine Andrea, diğer insanlara da keman yapmaya başlamış. İnsanlar arasında yayılmaya başlayan keman kısa sürede kendi ustalarını yaratmaya başlamış. Niccolo Paganini, Alexander Markov, Farid Farjad gibi kemancılarla yapılan besteler insanların hayatlarını etkilemeye devam etmiş. Kemancılar arasındaki bir inanışa göre kemancı ne zaman kemanını eline alıp çalmaya başlasa , aşkı için ebediyen keman çalmaya mahkum edilen Joshua Bell’in kemancı eserini bitirene kadar dinlenebildiği söylenir ve kemancı eserini bitirdiğinde kemanını dayadığı sol omzunda değil sağ omzunda bir sıcaklık hisseder. Bilim adamları bunu keman yayını sağ elde tutulmasından kaynaklandığını söyleseler bile kemancılar arasında bu Joshua Bell’in elinin sıcaklığı ve ondan arta kalan minnettarlığının izi olarak kabul edilir.

Bu hikayeye inanan her kemancı kemanını omzuna dayadığı anda, tüm yeteneğinin kullanarak en iyi tınıyı yakalamaya çalışır, çünkü eğer bunu başarırsa Joshua Bell’in sonsuz mahkumiyetinde çok küçük de olsa dinlenmesine katkı sağlayacaktır.


Akreple yelkovan arasında

Author: Darkness3 / Etiketler:

Akreple yelkovan arasına sıkışan bir zaman dilimidir yaşadıklarım. Ne gereğinden çok uzun ne de çok kısa. Olması kadar uzunlukta. Yalnızca bakış açımın yeni yorumlarına maruz kalan dakikalar, saniyeler hatta saliseler.
Eğer bir başlangıç varsa bir son da var mı? Etrafımızdaki her şey zıttından doğmadı mı? Bir insan ömrü ne kadar kısa? Bu kadar küçük bir açı arasında neleri yaşayabilirim? Neleri başarabilirim? İstediklerimden ne kadarına ulaşabilirim?
Bunların hiçbirinin sonucunu bilmiyorum ama şuan bu satırları yazarken bunları düşünüyorum. Dünyanın bir köşesinde benimle yaşıt bir genç neler yapıyor acaba? Zamanın gerisinde mi kalıyorum yoksa ona yetişmek için anı mı pas geçiyorum? Yaşıyorum ama neden? Kafamı toparlayamıyorum çoğu zaman boş veriyorum belki de, peki uyanmak için neyi bekliyorum? Beni bağlayan büyünün tılsımlı sözcüklerini bulmak için dünyanın sonuna mı gitmeliyim? Yoksa aynaya bakmam yeterli mi?
Zaman akıp gidiyor, dünya değişmekte. Ben daha kim olduğumu bilmiyorum. Neden yaratıldığımı da. Biliyorum onlar sürekli hareket ediyor. Büyük güçlerine aldırmadan umarsızca görevlerini yapıyorlar. Artık onları durduramayız. Numu onlarda farkında. Daha çok hükmetmek için yarattıklarımızın yeni tutsaklarıyız şimdi ve çıkış zamanı diye bir şey yok. İroni devam ediyor…

İdamına bir saat kalan adam….

Author: Darkness3 / Etiketler:

Hücresinde pek çok şeyi düşünmekte aslında hiçbirini düşünememekte. Yaşamının bitmesine sadece bir saat kalan adam. Şu anda birden buharlaşarak buradan kurtulmayı hayal eden adam. O güçlü görüntüsünün ardında korkuları uyanan adam. Son istediği yemeği gelmiş. Ama yemek kimin umurunda sadece bir saat aç kalsa ölmez ki insan. İşte bu anlarda insanlar ne yerlerse yesinler ister et ister sebze aynı tadı alırlarmış. Çiğ, tadı olmayan; bir bulamaç. Ağzında yemeği çiğnemek artık başka bir anlam ifade ediyormuş çünkü: yaşamayı. Sadece daha önce fark edemediği ağzının o ergonomik hareketini tekrarlamak için yemek yerlermiş. Bir düşünün hayatınız boyunca en sevdiğiniz yemek. Şimdi onu yiyebilirsiniz ama yiyemiyorsunuz. Sadece yediğinizi zannediyorsunuz. Ağzınızı her açıp kapadığınızda zamanınızın biraz daha tükendiğini anlıyorsunuz.

Zaman çok hızlı ve çok yavaş arasında bir yerlerde. Her zamankinden daha hızlı nefes alıyor her zamankinden daha çok korkuyorsunuz. Ya zaman biterse. Şimdi hayatınız için veremeyeceğiniz hiçbir şey yoktur. Ama nafile. Kurtuluşun olmadığını bilmeniz sizi daha da korkutuyor. Ne kadar cesur olursanız olun kalbiniz infaz odasına giderkenki kadar bir daha hiç atmayacak ve atmadı da.

Aileniz bile aklınıza gelmiyor önceleri. Tek probleminiz birkaç hafta önce ortaya çıkan ve kronikleşen karın ağrınız. Yarım saat önce tuvalete çıkmanıza rağmen tekrar tuvalete gitme ihtiyacı hissetmeniz. Gardiyanlar eşliğinde son çişinizi etmeniz. Ölmek üzere olan insanlar normal insanlardan daha çok tuvaletlerde kalırlarmış. Sizde gardiyanlar eşliğinde işemeye başlarsınız. Önce siz bile işeyeceğinize ihtimal vermesiniz ama sonra başlayınca kısa bir rahatlama sarar vücudunuzu. İşte o an gardiyanın tabancası olup olmadığı geçer aklınızdan. Eğer gardiyanın tabancası olsa onu almaya çalışmaktan bir an bile tereddüt etmezsiniz. Hızlıca alır şakağınıza dayar ve tetiği çekersiniz ve pufff artık yoksunuz. Ne kadar da kolay olur böyle dimi aniden hiç düşünmeden. Zaten ölmenin en zor yanı da o duyguyu daha önce hiç tatmamak değil midir?

Saniyeler içinde aklınızda beliren bu düşünceler idam mahkumu gardiyanlarının silah taşımadığını anlamanızla birden sizi istemediğiniz hayata geri döndürür. Hücrenizdeki yatağa oturana kadar bunu kabul etmek istemezsiniz. Size göre o an silahı alıp tetiği çekmişsinizdir. Son günlerinizin geçtiği yere geri dönmek büsbütün çökertir sizi.

Eğer idam mahkumu olmasaydınız ve böyle bir şeyin bu koşullar altında gerçekleştiğinin bu kadar farkında olsaydınız bütün hayatınızı idam mahkumları için hazırlanan hepsi birbirinden farklı on oda da son saatlerini geçirmesini kanunlaştırırdınız. Her tuvalete gittikten sonra farklı bir oda. Ya da sadece ortam değiştirmek için farklı bir odaya geçmek.

Tüm insanlığın belki de ortak sorunudur: bazı değişiklikler yapmaları için o değişikliği yapacakları şeyle bir bağlarının olması. Ama genellikle bağları olduğunda onu değiştirecek gücün ellerinde olmaması. Bu güneşle yıldızları sevmek ama aynı anda ikisini de izleyememek gibi.

Tüm bunları düşünürken zaman tükenmişti. Artık bir daha nefes alamayacak, konuşamayacak, yürüyemeyecek ve daha pek çok şeyi yapamayacaktı. İnsanlara o an ikinci bir şans verilse ömrünün geri kalanını hiç sızlanmadan kamu görevinde çalışarak geçirebilirdi. Gardiyanlar koluna girdiğinde bir de imamın olduğunu fark etti. İnançlı biri değildi ama şimdi inanca çok ihtiyacı vardı. Ömrünün en uzun yürüyüşünden sonra son noktaya gelmişti. İdam hükmü okunurken de hoca dualarını okurken de artık orda yoktu. Yağlı urgan boynuna geçtiği an hariç. Her şey anlamsızlaştı. Yapılanın sorgulanması başkalarına bırakıldı. Ölümüne bir saat kalan adamın sonu böyle idi.


Yansımalar

Author: Darkness3 / Etiketler:

O böyle bunlar şöyle…

Kısacık ömrümüzde bir kargaşadır sürüp gitmekte.

Duvarlarımız yükselmekte yer çekimine inat göğün mavi derinliklerini delip geçmekte.

İki kelamımızdan biri istemediklerimizi dile getirmekte.

Keşkelerle kavrulmuş yaşantılarımızı ısıtıp ısıtıp günümüze de etki etmesine izin vermede üzerimize yok.

Bunun hemen sonrasında da demiyor muyuz “Hayat çok acımasız” diye insanın gülesi geliyor.

Ne bekliyordun ki bu hayattan sen ona ne verdiysen alacağında karşılığından çok fazlası olmuyor.



Raslantısal Gerçeklik

Author: Darkness3 / Etiketler:

Yola paralel uzanan Papav ağaçlarının altında dolaşırken, rastlantının sınırlarında bulunan; Ritros'un "Parantezler" adlı şiir kitabından bir sayfanın umuduyla aradığımız benliğimizin; güneşten kopan radyoaktif parçacıklar kadar uzakta, sıcaklığı kadar da yakında olduğunu bulmamızla başlar; parçalı güneş tutulmaları.İlk o zaman farklı bakmaya başlarız; Dante' nin " İlahi komedya" sına. İlkel dinlerin mütevazı melodileriyle. İlkleri yaşadığımız an ikincil olduğumuzu da anlarız aslında. Öğleden sonra güneş tutulmalarının verdiği kandırılmışlık duygusuyla, aradıkça kaybetmeye başladığımız bulduklarımızın, yerine sihirli camımızı koyarız. Kaybedilecek olan bulduklarımız bittiğinde ellerimizle bulduğumuz kendimizi, benliğimizle yoğurarak gerçekliğimizi oluşturacağız.

İki Adam

Author: Darkness3 / Etiketler:

İki adam trende yolculuk ediyormuş. Biri uyuyormuş diğeri uyanıyormuş. Uyanan adam uyanırken çok ses çıkardığından uyuyan adamı rahatsız edip uyandırmış. Uyuyan adam uyandığında, uyanan adama kötü kötü bakmış önce. Sonra etrafına bakınca sesi bilerek çıkardığını onu bilerek uyandırdığını anlamış. Kızgınlığı daha da artmış ona karşı.
Kendi yerine karar veriliyormuş duygusuna kapılmış. Tam adamı azarlayacak içeri kondüktör girmiş. Bilet kontrol diye seslenmiş. Kompartman da bulunan diğer üç kişi biletlerini göstermişler. Sıra ikisine geldiğinde kondüktör çıkıp gitmiş. Uyandırılan adam tam arkasından seslenecek uyandıran adam eliyle işaret ederek susmasını söylemiş. Uyandırılan adam tam neler olduğunu soracak uyandıran adam koluna girip onu kompartmandan çıkarmış.
Uyanan adam şunu fark etmiş kendileri dışarı çıkarken de diğer yolcular onlara hiç bakmıyorlarmış sanki yoklarmış gibi. Tam bunun da nedenini soracakken kendini hızla giden trenin kapısında bulmuş.
Uyandıran adam tanıdık bir ses tonuyla konuşmaya başlamış: bizim inme vaktimiz geldi hadi inelim” diyerek uyandırdığı adama kapıyı işaret etmiş. Uyandırılan adam şaşkınlık içinde kapıyı açmış tam bu delilik diyecekken yanındaki adam trenden inmiş.
Gözleri faltaşı gibi açılan adam ona hiçbir şey olmadığını görünce tüm gücünü toplayıp adımını atmış. Ayağı toprağa değdiğinde kendisini uyandıran adama dönerek tam konuşmaya başlayacakmış ki hareket etmeyen eski treni görünce bundan vazgeçmiş. Yolcular koltuklarında oturmakta onlar yol almaktaymış.

Bir Filozof, Bir İşçi, Bir Katil, Bir Deli ve Bir…

Author: Darkness3 / Etiketler:

Dördünün yolları bir elma ağacının altında kesişmiş. Hepsi çok açmış fakat ağaçta sadece bir elma varmış. Herkes birbirine bakıyormuş. Meyveyi kimin yiyeceği konusunda hepsi kendinin daha haklı nedenleri olduğunu söylüyormuş.İlk olarak filozof söz almış ve neden meyveyi kendisinin yemesi gerektiğini anlatmaya başlamış.
“Ben hepinizden daha yaşlıyım. Görünüş olarak değil ama ruhum hepinizin dedesi yaşındadır, hep dünyayı daha güzel hale getirmeye çalıştım: sorgulamayı öğrenmeyi, uyanmayı ve gerçekleri bulmayı bana borçlusunuz. Bu nedenle bu meyveyi de almam hiç de haksızlık değil” demiş.
İşçi heyecanla cevap vermiş “Bize öğrettiğini söylediğin şeyler; yine benim günün on saatinde ağır yükler taşımama engel olmadı, aynı zamanda bunları yapmaya da zorunlu kıldı. Sense hep gezip konuşarak karnını en güzel yemeklerle doyurdun. O nedenle sen büyük bir yalancıdan başka bir şey değilsin. Bu meyveyi ben yemeliyim beni kandırdığın için.” demiş.
Katil sessizce söze başlamış: (filozofa dönerek) “Ne seni gördüm ne de seni dinleyerek bu hala geldim.(işçiyi gösterip) Ben ne bir şeyler öğrettim ne de sorguladım. Sadece denileni yaptım ve hayatta kaldım. Şimdi yine o meyveyi ben yiyerek hayatta kalacağım. Çünkü hepinizden daha güçlü olan da benim engel olmak isteyen bedelini öder” diye cevap vermiş.
Deli, katil sözünü bitirir bitirmez meyveyi koparıp havaya kaldırmış. “Evet bizden güçlüsün ama eğer bunu yapmaya çalışırsan ona öyle bir iğrençlik yaparım ki onu asla yiyemezsin. Ne dedem olduğunu söyleyen sahtekar yiyebilir ne de onun kandırdığı şu saf insan. Eğer bunu yaparsam onu sadece ben yerim” demiş.
Sen olsaydın …

Sıkıntı

Author: Darkness3 / Etiketler:

Bazen boşluğa düştüğünüz zamanlarda hayat ne kadar da sıradan gelir öyle değil mi? Yaptığınız ya da yapmak zorunda olduklarınızdan tiksinme duymaya başlarsınız. Ya bu sizin hayatınız değildir ya da rolünüz kişiliğinize göre belirlenmemiştir. Ama oynamıyorum diye kaçma şansınız gerçekten var mı?
Sıkılsanız da oyunu sonuna kadar devam ettirmek zorundasınız. Ruhunuzun sizden alınmasını bilerek yaşamaya da alışmalısınız. İsterseniz siz ben farklısını yapacağım diyebilirsiniz. Beklide gerçekten yapabilirsiniz. Kimin umurunda, sizden başka.
Saatler, günler, haftalar, aylar, yıllar bunları tüketince ne olduğunu düşündünüz mü hiç? Koskoca bir pişmanlık. Keşkeler ve iç çekmeler. Tüm bunları şimdiden tahmin edipte hiçbir şey yapmamak daha acı vericimi geliyor size de. Belki korkuyorsunuzdur kendinizden ama haberiniz olmadan. Kimseye söylemeden, bilmeden.
Çocuk sorar hocasına yaprakları sallanan ağaca bakarak “yapraklar kendiliğinden mi sallanır yoksa onları sallayan rüzgar mıdır?”. Hocası cevap vermez hikayenin sonunda kendi öğrenmesi için. En acı tarafı da bazı şeyleri kendimizin öğrenmesi değil midir?



Paranoya-

Author: Darkness3 / Etiketler:


Kaç kere kullandınız onlardan? Küçüklerinden: yeşil, mavi, sarı olanlarından; çok acı veya şekerle tatlandırılmış olanlarından; 1 miligramdan, 1 grama kadar kaç tablet yuttunuz bugüne kadar?
Yazanın dahi tam olarak bilmediği, çoğunun içinde tedaviyle alakalı bir şey olmayan; etkisine gerçekten inandıklarınızın ise: etkilerinin içlerindeki uyuşturucu miktarıyla ilişkili olduğunu bilseydiniz yine şeker gibi almaya devam eder miydiniz?
Hatta daha ileri giderek kullandığınız bu ilaçlarla haberinizin olmadığı deneylerin üzerlerinizde denendiğini bilseydiniz ne yapardınız?
Bugün ufak hapşırmanın bile ilaçla tedavi edildiği bir ortamda; ülkelerin emperyalist hedefler doğrultusunda belirledikleri savaş politikalarının, önemli bir kısmının kimyasal silahlara ayrıldığını bilmiyor olamazsınız. Peki bu kimyasal silahların denenmesi uzayda garip yaratıkların bedenlerinde yapılıyor diyebilir miyiz? Böyle bir şey mümkün olabilseydi dahi bir roketin uzaya gönderilme maliyetinin ne kadar olduğunu tahmin edebiliyoruzdur artık.
Peki bunun da uzak bir ihtimal olduğu düşünülürse denek olarak hangi canlı kullanılabilir? İnsan mı? Ama bunu da kanuni yoldan yapmak çok zor.
Devletler vatandaşlarını değişmez yasalarla koruma altına almışlardır. Hiçbir devlet buna izin vermeyeceğine göre bu deneyler kimin üzerinde yapılmalı? Hayvanlar diyorsanız evet bir aşamaya kadar sorunsuz bir şekilde onlardan faydalanabilirsiniz. Ama deneyin bir bölümünden sonra en gerçekçi sonuçlara ulaşmak için insana ihtiyacınız yok mu?
Her şeyin tamamen gizli olduğu birçok denekle en verimli sonucu almak için kullanılabilecek metot olarak ilaç sektörü seçilebilir mi?
Üretildiği ülkede yasaklanan ilacın ihraç ülkelerinde hiçbir yasağa tabii olmaksızın kullanılmasının altında bir şeyler aramak bir PARONAYA başlangıcı mı?

Haydi Savaşa!

Author: Darkness3 /

Bilmeden gidenlerden arta kalanlardık yalnızca. Korumaya çalıştıklarımızın ötesinde olmak ve olmamanın acısıydı bu. Ne giden memnundu ne de kalan. Peki akıllarımız nasıl üstesinden geliyordu bunun. On yaşında bir çocuk cesetinin üstünden geçen eve dönebiliyor muydu gerçekten?. Ama yine de yılmadık hiçbir zaman. Yaralarımız sardık kırpmadık gözümüzü, geride dönemedik. Ne için savaştığımızı bilmeden savaşıyorduk. Sadece denileni yapıyorduk.
Karşı tarafa düşman lakaplarıyla saldırdık.Sevdiklerimizi göremeyeceğimiz korkusuydu süngülerimiz. Kendi korkaklığımızsa miğferlerimiz.
Tüm savaşlarda olduğu gibi kazanan kimsenin olmadığını geç anladık ama anlatamadık, anlatmadık. Hep yenilerini yolladık: kardeşimizi, sevdiğimizi, oğlumuzu; beklide hiç söylemesek de korkarak kendimizi. Sorgulamadan onca insan serildi topraklara. Bastığımız yerde feryatları dindirmeden saatlerce, günlerce, aylarca, yıllarca savaştık.Biz savaştık, ağıtlarla anıldık, sadece denileni yaptık.
Siz hiç ölü birine baktınız mı? Onu dinlediniz mi günlerce? Çaresizliğini anladınız mı ölüm bir adım uzağınızdayken???
Haydi savaşa!

Merhaba

Author: Darkness3 / Etiketler:

Dünya’yı anlamaya çalışmak basit sorularla başlar önce.

- Anne Tanrı ağladığı için mi yağmur yağar?

Sorularımıza aldığımız yanıtlar tetikler diğer sorularımızı.
-Tanrı beni neden yarattı anne?
-Tanrı’ ya ibadet edip cennete girmeye hak kazanmak için yaratıldın çocuğum.

Sorularımıza aldığımız cevaplar bizi tatmin etmese de yavaş yavaş kalıplarımızı oluşturmaya başlarız.
-Ama neden? Biz Tanrı’nın oyuncakları mıyız ki hem Dünya’ya gönderilip hem de dediklerini yapmak zorunda kalalım.
- Sus! Çarpılırsın günah. Böyle saçma sorular sorma.

Böylece Dünya’mızı oluşturmaya başlarız. Yasak soruları sormamaya özen göstererek. Bazen bu soruların içine masumane sorularda girse de asla cevaplarını alamayız ve tüm sorularımızı içimize atarız.
-Ben nasıl Dünya’ya geldim?
- Kuşlar getirdi oğlum.
- Ama nasılll?
- Şiiişşt sus bakayım çocuklar öyle her şeyi merak etmezler.

Merakımızı giderecek cevapları alamadığımızdan, yasaklı soruları da soramadığımızdan sorgulamayı unutmaya başlarız. Okul çağına geldiğimizde ise hazırladığımız kalıpların dolum vakti gelmiştir.
-Konuşma, koşma , bağırma, dersine çalış bunu ezberle-
-Kursa git hocanı üzme vs.

Üniversite yılarında da kalıplarımız doldurmuş ve dünyaya bu kalıpların arkasından bakmaya başlamışızdır.
-İçine kapanık, hakkını arayamayan, sorgulamayan, bireyler haline gelmişizdir.

Tüm bu baskılara inat yeniden sorgulamaya başlamak için tüm dostlara Merhaba!